Ortadoğu’nun nükleer kriz ekseninde son yıllarda en dikkat çeken başlıklardan biri, ABD’nin kendi istihbarat raporlarının siyasi karar süreçlerinde nasıl araçsallaştırıldığıdır. 2007 yılında ABD Ulusal İstihbarat Konseyi’nin yayımladığı rapor (National Intelligence Estimate) İran’ın nükleer silah programını 2003’te durdurduğunu açıkça ilan etmişti. 2012 ve 2015 güncellemelerinde de, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) denetim raporlarıyla uyumlu şekilde İran’ın anlaşmaya uyduğuna dair bulgular teyit edilmişti.
Buna rağmen dönemin ABD Başkanı Donald Trump, 2018 yılında hem UAEA raporlarını hem de kendi Ulusal İstihbarat Direktörü Dan Coats’ın (ve CIA Direktörü Gina Haspel’in) Kongre’ye sunduğu ifadeleri yok sayarak İran’la imzalanmış olan Kapsamlı Ortak Eylem Planı’ndan (JCPOA) tek taraflı çekildi. O dönemde Trump, ulusal güvenlik danışmanlarının ve istihbarat yöneticilerinin kamuoyuna açık şekilde ifade ettikleri “İran anlaşmaya uymaktadır” beyanlarını “saçmalık” ve “yanlış bilgi” olarak nitelendirdi. Bu, Beyaz Saray ile ABD istihbarat topluluğu arasında nadir görülen açık bir görüş ayrılığıydı. (Kaynak: Senate Intelligence Committee Hearings, 2018-2019)
Bu boşlukta İsrail devreye girdi. Başbakan Netanyahu, 2018’de “İran Nükleer Arşivi” adıyla sunumlar düzenleyerek, Tahran’ın gizli program yürüttüğünü öne sürdü. Ancak bu belgelerin büyük kısmının, 2000’lerin başına tarihlendiği, yani UAEA tarafından zaten incelendiği kısa sürede ortaya çıktı. UAEA’nın o dönemdeki Genel Direktörü Yukiya Amano, The New York Times ve Reuters aracılığıyla “İsrail’in açıkladığı verilerin yeni bir bulgu sunmadığını” beyan etti.
Tüm bunlara rağmen, Trump yönetimi ve İsrail hükümeti, İran’ın nükleer silah geliştirdiği iddiasını uluslararası kamuoyunda sıcak tutarak hem bölgedeki caydırıcılığı pekiştirmeyi hem de İran’a yönelik ambargo ve yaptırımları meşrulaştırmayı sürdürdü. 2020’ye gelindiğinde UAEA yine aynı bulguyu teyit etti: Anlaşmaya uyan İran, nükleer silahlanma eşiğini aşmamıştı. Ancak İsrail’in Suriye ve Irak sınır hattında İran destekli hedeflere yönelik hava saldırıları, bu bahane üzerinden devam etti.
Bugün İsrail’in İran’a karşı yürüttüğü operasyonlar, büyük ölçüde bu eski istihbarat belgelerine atıfla, fiilen meşru müdafaa savunmasıyla gerekçelendirilmektedir. Uluslararası hukuk uzmanlarına göre (bkz. UN Charter Art. 51), “devam eden ve yakın tehdit” unsuru somut kanıtlanmadan gerçekleştirilen bu tür saldırılar, pre-emptive strike (önleyici saldırı) değil, preventive war (önleyici savaş) sayılır ve Birleşmiş Milletler Anlaşması’na aykırıdır. (Kaynak: Michael Glennon, “Preempting Terrorism: The Legal & Political Problem”, Yale Journal of International Law, 2002)
Sonuç olarak:
•ABD istihbarat raporlarıyla çelişen siyasi irade, Ortadoğu’da güvenlik krizlerinin derinleşmesine zemin hazırlamıştır.
•İsrail’in eski belgeleri güncel bir tehdit gibi sunması, uluslararası hukukun “yakın tehdit” kavramını istismar etmektedir.
•“Olmayan bomba” gerekçesi, hem nükleer silahlanmayı önleme rejimine zarar vermekte hem de Ortadoğu’daki vekâlet savaşlarını meşrulaştırmak için kullanışlı bir propaganda unsuru haline getirilmektedir.
Bu tablo, uluslararası toplum için şeffaf veri akışının, tarafsız denetimin ve siyasi hesaplarla çarpıtılmamış istihbaratın ne kadar yaşamsal olduğunu bir kez daha göstermektedir.
YORUMLAR